Sevdiğin işi yap önerisi emperyalist bir oyun mu?

| 5 min

http://plazaeylemplatformu.wordpress.com/2014/06/24/sevmek-namina/ adresindeki yazının eleştirisidir. Eleştirilen yazının özgünü İngilizce’dir ve bağlantıdaki sayfada belirtilmiştir.

“Sevdiğin işi yap” (SİY) özdeyişinin günümüzde iş yaşamının gayrıresmi mantrası olduğu şüphe götürmez. SİY’in sorunu, bizi kurtuluşa çağırmak şöyle dursun, yaptığımız işi değersizleştirmesinde. Daha da önemlisi, çalışanların büyük çoğunluğunu insanlıktan çıkarmasında. SİY moral verici bir öneri gibi; bizi yapmaktan hoşlandığımız şeyler üzerine kafa yormaya ve bu işleri gelir getirici girişimlere çevirmeye itiyor.

Değersizleştirmek? Bir işi sevmiyor olmak onun değersiz olduğu anlamına gelmez. Eğer yazar böyle düşünüyorsa bu onun bencil değer yargılarının sonucudur.

Fakat, zevklerimizi neden parasal çıkar güderek yaşamak zorundayız? Ayrıca, bu özdeyiş kime hitap ediyor?

Kimse zevklerimiz konusunda böyle bir zorunluluktan bahsetmiyor. Ancak genel anlamda parasal çıkar güderek yaşamak zorundayız. Önerilen ekonomik modellerin neredeyse tümünde insanların yaşamak için çalışması gerektiği öngörülür, kabul edilir.

Olur ya, zevklerinizden para kazanabiliyorsanız o zaman çok daha mutlu olursunuz. Özdeyişte bu koşulu sağlamaya çalışın böylece daha mutlu olursunuz deniliyor.

Olayı “masum zevklerimizi ticarileştiriyorlar” noktasına getirmek çok zorlama ve çok kötü niyetli bir çıkarım.

SİY, imtiyazlıların gizli bir anlaşmasıdır. Elitizmini, yüce bir kendi durumunu iyileştirme fikrinin berisinde gizleyen bir dünya görüşüdür. Bu düşünce şekline göre çalışmak, belli bir ücret ya da karşılık için yapılan bir şey değil, bir sevgi eylemidir. Eğer bu eylem ardından kâr getirmiyorsa, muhtemelen çalışanın tutku ve kararlılığı yeterli değil demektir.

Bu özdeyişte bu çıkarımı destekleyen hiçbir şey yok. Yazarın (bir olasılıkla) kendi çevresindeki bazı gözlemlerini, açıklamaya bile zahmet etmeden, tüm dünyaya mal etmesi abes olmuş.

Bu yaklaşımın gerçek başarısı, çalışanları, emeklerinin pazara değil de kendilerine hizmet ettiğine inandırmasıdır.

İnsanlar zaten para kazanmak için mecburen çalışmak zorunda. Kimse pazar payı için, üretim için veya başka bir şey için çalışmıyor bunlar kimsenin umrunda değil. Umrunda olmasının da bir anlamı yok. Herkes zaten para için çalışırken bir yandan da yaptığı işi sevince hayat daha kolay olacaktır. Dolayısıyla bu durum kendi çıkarına.

Adam işini sevse de sevmese de patron büyük resimde alacağını alıp ezeceğini eziyor. İşi sevmek veya sevmemek, büyük resimden bakınca, patronu veya piyasayı etkilemiyor.

Patronların ezmesine ve işçilerin ezilmesine karşı olmak başka, yaptığın işi severek yapmak başka konular. Zorlaya zorlaya bunları kesiştirmeye çalışmak çok anlamsız.

Bu tarz vecizelerin kökeni genelde pek çok kaynağa dayanır , ancak SİY doğası gereği belli başlı köklere dayanmamaktadır.

Yine açıklama zahmetine girilmeyen ifadeler. Neymiş bu vecizenin doğası, neden kökeninin belli başlı bir yerlere dayanmamasını gerektiriyormuş? Yok. Çünkü öyle…

Oxford Reference, bu vecize ve versiyonları için Martina Navratilova ve François Rabelais’yi kaynak gösteriyor. Internetteki yazılar ise daha çok muğlak, şarklaştırılmış bir geçmişe bağlayarak Konfüçyus’a atfediyor. Oprah Winfrey ve diğerleri yıllar boyunca bu prensibe kendi repertuarlarında yer verdiler. Finans dünyası bile kendi SİY’ine sahip: Carlyle Grup’un eş-Ceo’su bu hafta CNBC’de “Yaptığınız işe aşıksanız, o ‘iş’ değildir,” diyordu.

SİY’in en önemli ateşli savunucularından biri, Apple’ın rahmetli CEO’su Steve Jobs’du. 2005′te, Stanford Üniversitesi’ndeki mezuniyet konuşmasında Apple’ın kuruluş hikayesini anlatırken konuşmasında bu yaklaşım vardı:

“Neyi sevdiğini bulmak zorundasın. Bu, sevgilini seçerken de, işini seçerken de geçerli. İşin hayatının büyük bir kısmını kaplayacak ve hayatından gerçekten memnun olmanın tek yolu yaptığının büyük bir iş olduğuna inanmandır. Büyük bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığın şeyi sevmendir.” Bu cümlelerde defalarca ikinci tekil şahsa seslenilir. Jobs’un birey üzerine bu vurgusu şaşırtıcı değildir, zira kendisini de özel bir işçi imajı çizerek tarif etmektedir: yaratıcı, rahat, tutkulu -bu özelliklerin tümüne ideal bir romantik aşkta da rastlanabilir. Jobs, bu karasevdalı işçi, kendisini şirketiyle öyle etkileyici bir şekilde bir araya getirir ki onun balıkçı kazağı ve kotu, tüm Apple ve onu mümkün kılan emeğin sembolü olur.

Kusura bakma da öyle zaten. Jobs’u günahım kadar sevmesem de Apple’ın başarısını “onu mümkün kılan emeğe” mal etmek bir solcu romantikliğidir. Bütün büyük markaların benzer durumda çalışan işçileri var ancak Apple’ınki gibi bir başarı göremiyoruz. Demek ki maharet kutsal emekte değilmiş.

Biraz gerçekçi düşününce, Apple’ın işçileri orada olmasaydı o işleri yapacak başka işçiler bulunacaktı ancak Jobs olmasaydı Apple olmayacaktı.

Apple’ı kendi bireysel tutkusunun sonucu olarak resmeden Steve Jobs, Apple’ın fabrikalarında çalışan isimsiz, gezegenin diğer tarafında gözlerden ırak yaşayan binlerce insanı bir kalemde silip atabilmektedir. Halbuki Steve Jobs’un tutkusunu o insanlar gerçek kılmışlardır.

Bu silip atma teşhir edilmelidir. SİY zararsız ve değerliymiş gibi gözükürken, narsisizme varacak kadar kendine odakli bir söylemi dile getirmektedir.

Dikkaaat, böyle bir yazının olmazsa olmazı geliyor: Ad hominem

Jobs’un yavşak* olması ve aynı zamanda SİY fikrini savunması SİY fikrini değersizleştirmez.

* yazara göre :)

Jobs’un SİY formülü Henry David Thoreau’nun herkes için iş ütopik yaklaşımının karamsar bir antitezi. Prensipsiz Hayat (Life Without Principle) kitabında Thoreau şöyle diyor:

“..işçilerine iyi maaş veren bir toplumun ekonomisi iyidir, işçiler böylece sadece geçinmek için ve bayağı amaçlar uğruna çalışmazlar; bilimsel, hatta ahlaki amaçlar için de uğraş verirler. İşi para için yapan birini işe almayın, onu aşkla yapan kişiyi işe alın. ”

İtiraf etmek gerekirse Thoreau, proleterya için kaygılanacak biri değildi. (Ne kadar iyi kazanırsa kazansın, birinin “bilim ve hatta ahlak” uğruna çocuk bezi yıkayacağını hayal etmek zor.). Yine de işin karşılığının iyi düzeyde ödenmesinin ve anlamlı kılınmasının toplumun menfaatine olacağını düşünüyordu. Buna karşın 21. yüzyılın Jobscu görüşü bize içe dönmemizi söylüyor. Bizi dünyanın daha geniş bütünü ile ilgili herhangi bir sorumluluktan kurtarıyor.

Benim sevdiğim bir işi seçmemle dünyadaki hakkını alamayan işçileri nasıl ve neden bağdaştırıyoruz ben anlayamadım. Sanırım burası biraz daha açıklamaya değerdi.

Çinde insanlar günde X dolara çalışıyor, ben size nasıl sevdiğiniz işi yapın diyebilirim ki!?

Meseleyi bu şekilde izole etmenin bir sonucu, SİY yaklaşımının, çalışanlar arasında, sınıf safları içinde yarattığı ayrımdır. Sevilmeye değer işler (yaratıcı, entellektüel, prestijli) ve sevilmeye değer olmayan (rutin, entellektüel olmayan, vasat) işler olmak üzere iş iki ayrı sınıfa ayrılmış olur. Sevilmeye değer işleri icra edenler kanadını daha çok refah, sosyal statü, eğitim, toplumun etnik ön yargılarınca mübah sayılan ve politik açıdan güçlülerin oluşturduğu, az sayıda çalışanı kapsayan grup oluşturmakta.

Yazar yine kendi sorunlu değer yargılarını ifşa etmiş. Özdeyişte sevilmeye değer olan ve olmayan işler diye bir ayrım yok ki! Bu tamamen yazarın ve onun gibi düşünenlerin sorunu.

Sevilmeyen işleri yapmak zorunda kalanlar için hikaye başka. SİY inancı ile motivasyonsuz, sevmekten başka nedenlerle çalışanlar -yani çalışanların çoğu- yok sayılıyor. Steve Jobs’ın Stanford konuşmasında olduğu gibi, sevilmeyen ancak toplumsal olarak yapılması gereken işler de aklımızdan çıkartılıyor.

Jobs’un bir gün için bile CEO olarak zaman harcamasını mümkün kılan işlerin çokluğunu düşünün bir. Yiyeceği tarladan toplanıyor, sonra büyük mesafeler katediyor. Firmasının ürünleri bir araya getiriliyor, paketleniyor ve yüklemeye veriliyor. Apple reklamları yazılıyor, hazırlanıyor, filme çekiliyor. Hukuk davaları görülüyor. Ofis çöpleri boşaltılıyor, mürekkepler dolduruluyor. Yaratılan işler çift taraflı. İşçilerin çoğu, aşık oldukları işleriyle meşgul elitler için tamamen görünmezken, bugünün işçilerinin sırtlamak zorunda kaldığı düşük ücret, yüksek çocuk bakımı masrafı gibi ağır yüklerin egemen sınıfın liberal kanadı için bile politik mesele sayılmaması nasıl tuhaf karşılanabilir?

Bu paragraflarda Jobs’un (bana göre çok sıkıcı olan) işi zevkli bir iş ancak onun şirketinde çalışan insanların yaptıkları sıkıcı işlermiş gibi gösteriliyor.

Çok öznel bir yaklaşımı genel kanıymış gibi sunan, dolayısıyla tartışmaya katkı sağlayamayan bir kısım olmuş.

Ayrıca “bugünün işçilerinin sırtlamak zorunda kaldığı düşük ücret” bambaşka bir konu. İnsanların sevdikleri işi seçmeleriyle ilişkisi bence yok varsa bile açık değil, bir zahmet açıklasaymış yazan abla.

İşlerin çoğunu görmezden gelip kalanını da sevilen iş olarak tanımlama belki de ortalıktaki en şık işçi düşmanı ideolojidir. Eğer iş diye bir şey yoksa, işçiler neden bir araya gelip sınıf çıkarlarını talep etsinler ki?

Kimse işçilerin çoğunu görmezden gelmiyor. Bu çıkarım yazarın “sevilebilecek işler sosyal statüsü çok yüksek işlerdir” yanlış varsayımından kaynaklı.

* * *

“Sevdiğin işi yap”, kişisel zevk için kariyer seçebilmenin bir imtiyaz, sosyoekonomik sınıfın bir belirtisi olduğu gerçeğini gizlemektedir. Kendi hesabına iş yapan bir grafik tasarımcısı bile sanat okulunun parasını ödeyecek, Brooklyn’de daire tutacak ebevenylere sahip olduğu takdirde, başarısını kıskananlara SİY üzerinden ahkam kesebilir.

Yazının tamamına hakim olan bu yanlış varsayım yine tekrarlanıyor. Yazara göre lise mezunu bir teknikerin sevebileceği bir iş yok. Eğer siz ona sevdiğin işi yap derseniz o insancağız hayatını ezik ve mutsuz geçirmek zorunda.

Peki ya adam elektronik alet tamirinden zevk alıyorsa? Yok lan olur mu öyle şey!?

| Tags: sevdiğin-işi-yap | Categories: politika
comments powered by Disqus